7. BÖLÜM
Keyifli okumalar.🤍
7.BÖLÜM
Şafak söküldü, gün ışıkları o sabah yoğundu; anlaşılan o ki köprüde beni bekleyen Victor için gece oldukça soğuktu.
Uyandığımdan bu yana kazan karıştırıyordum, çünkü büyücü kadın aklımın başıma gelmesi için bir büyü yapmaya karar vermişti. Bu bitkileri yeni toplamıştı, adlarının ne olduğunu bilmiyordum. Annemin bazı büyüleri tutuyordu, bunu nasıl yaptığını tam bilmiyordum. Neye göre yaptığını da, sanırım ona da kendi annesi öğretmişti.
"Sen bu aralar pek tuhaf davranıyorsun Hare." Büyücü kadının gözlerini üzerimde hissedince irkildim. "Çok dalıyorsun. Gözümden kaçmıyor değil."
"Git başımdan bunak," dedim sıkıntıyla kazana bakarken. Kazanın içindeki karışımın rengi pembeydi, hoş kokuyordu.
"Ben daha bunamadım, sana taş çıkartırım, haberin ola!"
Kıkırdamaya başladım. "Tekrardan aşık da olursun sen?"
Gözlerini kısarak tahta tezgâha yaklaştı. "Aşk nereden çıktı?"
Omzumu silktim. "Hiç."
"Hare, Hare..." bunak uzanıp kafamın arkasına bir tane vurdu. "Neler karıştırıyorsun sen?"
"Büyü," dedim kazanı gösterip.
"Sen yok musun sen... Bilmem ki hem bu kadar saf hem bu kadar kurnaz olmayı nereden öğrendin?"
Belki anamdan, belki atamdan.
Büyücünün ailemi bulduğumdan henüz haberi yoktu. Olmasını da istemiyordum. Aklında başka başka şeyler kurar, kendisi de ailemi tanımak isterdi. Lüzum yoktu, zaten onları da aile, yuva değildi. "Ben saf değilim ki," dedim ama bir yandan da dün olanları düşünüyordum. Victor beni kandırmıştı.
Hak etmişti. Gece boyunca beni beklemeyi ama görmemeyi sonuna kadar hak etmişti.
"Benden bir şeyler saklama sakın," dedi bunak, bu defasında saçlarımı okşayarak. "Safsın daha sen, insanları tanımaz, niyetlerini bilemezsin. Daha bir yabancıyla tanışmışlığın yok. Ben ne biliyorsam onu biliyorsun sen, fazlasını değil."
"Sen aşkı biliyorsun ben bilmiyorum," dedim, tahta kaşığı daha sert çevirirken.
"Bu aşk neden senin dilinden düşmüyor Hare?" Saçlarımı okşadı. "He yavrucağım?"
"Cık. Hiç de öyle değil."
"Cıkladın mı sen bana? Yeni yeni huylar da edinmeye başladın sen?"
Dudaklarımı ısırıp bir daha omzumu silktim. "N'olmuş cıkladıysam. Al, bir daha cıklayayım. Cık, cık, cık..."
"Ben ne yapacağım seninle, bilmem ki..."
Söylene söylene saçlarımı bir daha okşayıp ardına döndü, sedirin oraya doğru ilerledi. Mutfağımız oturduğumuz yerle bir aradaydı, kazanın kokuları her defasında civarımıza yayılıyordu. Kazanın altında yanan ateşe uzun uzun bakıp iç çektim, nedenini pek bilemiyordum ama bu sabah yüreğimde manasız bir hüzün vardı.
Yüreğime her ne oturduysa oradan kalkıp sonra da çekip gitmesi iyi olurdu.
Kazanı karıştırmaktan yorulduğum için tahta kaşığı kazanın içine bıraktım ve arkama dönüp sedirlerin oraya yürüdüm. Bunak, karışımın dibinin tutacağını söyleyerek kalktı ve ocağın başına yürüdü. Kollarımı kendime sarıp etrafı tahtadan olan camdan dışarıya baktım. Geyiğim bir kuş yiyordu.
Cama vurdum.
Boynuzlarını ağaca çarparak bana döndüğünde işaret parmağımı salladım. "Kıracağım o boynuzlarını! Git yerdeki otları ye, yazık değil mi kuşa?"
Beni anlamıyordu, aldırmıyordu. Önüne dönüp tekrar yerdeki kuşa döndü, belki de o an söküp yediği kalbiydi. Bunun ormanda çok kez gerçekleştiğini, güçlü olanın zayıf olanı hemen yediğini biliyordum. Birkaç kereden fazla görmüştüm bir kurtun kuzuyu yediğini, kelebeklerin öldüğünü, yarasaların ağaçların üzerinde son nefesini verdiğini. Bu ormanda yaşamın canlılığını da, hayatta kalmanın savaşını da kalbimin derinliklerine kadar hissediyordum.
"Vuracağım seni," dedim, bana hiç aldırış etmeyen geyiğime. "Boynuzlarını da çarpıyorsun, aptal geyik!"
Üzerimdeki yeşil, keten eteğin uçlarından tuttum ve sedirin üzerindeki örtümü alıp dışarıya çıktım. Daha erken vakitti, mektebe gidecektim. Örtümü örtüp kapının önünden ayakkabılarımı aldım ve dışarıya çıkıp geyiğime ilerledim. "Aptal!"
Sahiden aklı yoktu bu geyiğin, onu küçücük hayvancağızı yememesi için kaç kez uyarmıştım oysa ki! Yanına varıp onu boynuzdan tuttum ve kuşun leşini ayağımın ucuyla kenara ittim. "Midesiz hayvan! Ölü kuşu yiyorsun! Umarım midende kanatlanıp uçar, ağzından dışarıya çıkar!"
Iksırarak boynuzlarını bana vurmaya çalıştı.
"Aaa, utanmaz!"
Onu şiddetle kınayıp boynuzundan çekiştirmeye başladım. Iksırmaya devam edip peşimden gelmek mecburiyetinde kaldı. Hava biraz soğuktu, bu yüzden nehirden değil de köprüden doğru gidecektim mektebe. Bunun, onun köprüde olmasıyla zerre alakası yoktu.
Az gittim, uz gittim; dere tepe düz gittim. Çok vakit almadı, köprüye yaklaştım. Köprüyü görünce uzanıp başımdaki siyah örtüyü düzelttim, sonuçta saçlarımın görünmesini hiç istemezdim. Geyiğimin boynuzunu bırakırken üzerime doğru uçan al renkli bir kelebek gördüm, saçlarımın rengine benziyordu. Onu avuç içime aldım ve asmalı köprüye ilk adımımı atıp ileriye baktım.
Victor, sırtını köprünün halatlarına yaslamış, uzanıyordu.
Köprünün altından geçen nehrin gürültüsünü duyarken parmak uçlarımda, ses yapmadan o yöne ilerledim. Gittiğini sanıyordum, uyuya mı kalmıştı? Ah, hem de hiç rahat görünmüyordu. Üzerinde gömleği, pantolonu ve deri çizmeleri vardı; at civarda görünmüyordu. Gece burada beni beklerken uykusuna yenik düşmüştü herhalde.
Her ne kadar hak ettiğini düşünsem de burada beklemesinden yana birazcık üzüldüm ve avucuma hapsettiğim kelebekle beraber ona yaklaştım. İlerledikçe yüzü daha belirgin oldu, teni güneşte yanmıştı. Yanında alçaldığımda elbisemin uçları köprünün tahta yerine döküldü. Avucumu kapattım ve kelebek biraz daha hapsolurken, gözlerimi kırpıştırarak Victor'u izledim. Kaşları benden daha kalın ve karaydı, güneşli günlerde pek sık dışarıya çıkıyordu sanırım.
"Hare, benimle ilgili öğrenmen gereken şeylerden birisi, asla tamamen uykuya dalmıyor olmam." Konuştuğunda gözlerimi büyüttüm ve hakikaten uyumadığını anlayıp hafifçe geriye çıktım, hızla dizlerim üzerinden doğruldum. Elini kaldırıp gözünü ovaladı. "Tabi, hakkımda bir şeyleri merak ediyorsan."
Kollarımı göğsümde bağladım. "Beni hiç mi hiç alakadar etmez!"
Yüzüne bakıyordum, bu yüzden gözlerini açtığı ana canlı canlı şahit oldum. Başını arkaya doğru eğip gözlerini bana kaldırdı, kapkara hareleri vardı. "Gece buluşacağız demiştim," diyerek kızgınca söylendi. "Sabah geldin?"
Bir kahkahayla beraber kafamı arkaya doğru yatırdım. "Seninle buluşmak için geldiğimi mi sandın?"
Gözlerinin karalığına rağmen orada kopan fırtına geçişlerini görebildim. "Ne diye geldin o halde Hare?"
Gülüşümü kesip ona küstah bir bakış attım. "Mektebe gidiyorum, bilgi öğreneceğim!"
Yüzünde pek de yürek ferahlattığı söylenmeyen bir ifade oluştu ve yutkunurken boğazındaki çıkıntı oynadı. Ellerini tahta köprüye yaslayıp aheste aheste doğruldu. "Niye gelmedin?"
Başımı önüme eğdim. Geyiğim ileride bizi izliyordu. Omuzlarımı oynatıp iç çektim. "Çünkü sen bana kötü davrandın."
Üzerime kadar bir adım gelme cesareti gösterdi. "Sebeplerimi söylemiştim Hare." Sesi buğuluydu.
Sesinin böyle güzel çıkmasına hayret edip telaşla soluklandım. "Sebeplerin beni tatmin etmedi."
Önümde uzun bir ağacın gölgesi gibi dikildi. "O vakit neden geldin Hare?"
"Mektebe gidiyorum," dedim başımı çevirip köprünün karşısını gösterirken.
Birinin nefesine, nefes sesine bu kadar yakın olmak hâlâ beni afallattığı için gözlerimi bir yerden emir gelmiş gibi hızlı hızlı kapatıp açtım. "Mektebe?" diyerek yineledi beni. "Hani kâğıdın, mürekkebin?"
Yüzümü asıp köprünün altından geçen suya baktım. Gürül gürül bir ses geliyordu. "Ben öyle gitmiyorum mektebe. Zaten almazlar da. Örtüyü boşa takmıyorum, saçlarımı görmesinler diye takıyorum." Öfkeyle yanaklarımı şişirdim. "Başım da hep önümde yürüyorum, boynum ağrıyor."
Victor bana biraz daha yaklaşınca başka yaklaşabileceği hiç alan kalmamış oldu. Elini kaldırdığını gördüm ve elbisemin üzerinden dirseğimi tutunca nefes almayı bıraktım. "Saçlarını ve gözlerini saklama gereği duyuyorsun herhalde? Neden? Lanetli olduğun mu düşünülüyor?"
"Belki de öyleyim," dedim omuzlarımı kaldırıp indirirken. "Benzersizmişim. Büyücü öyle söylüyor. Benzersiz olmak her zaman iyi anlamda değildir bana kalırsa." Avucumu açtım, kelebeği özgür bıraktım; ama uçmadı, yere düştü. "Büyücü oba halkına göre benim lanetli, hastalıklı sayıldığımı söyledi. Ben de obada değil, bu tarafta yaşıyorum." Başımı eğip al kelebeğe baktım. "Mektebin oraya gidince de dersleri dışarıdan dinliyorum, henüz yakalanmadım."
Beni, sükut içinde dinledikten sonra başını eğdi ve ayaklarımın ucundaki kelebeğe baktı. Yalnız, hastalıklı veya lanetli olmamdan korkmuyordu; ne garipti. "Neden kelebeğe eziyet ettin?" diye sordu.
Ben de gözlerimi yere çevirdim ve kalkmayı başarıp kanatlarıyla alçaktan yükselen kelebeğe baktım. "Savaşmayı öğrettim bir kere."
"Savaşmayı mı öğrettin?" Sesinde hem kızgınlık hem de kinayeli bir tını vardı. Kelebek uçarak benden kaçarken, Victor'da kolumu bıraktı. "Bir günlük ömrü olan kelebeğe savaşmayı öğretsen ne olacak Hare?"
Bir günlük mü?
Başımı fevrice kaldırdım. "Ne bir günü!"
Kaşlarını, neredeyse birbirine yaslanacak kadar çattı ve çenesiyle uçan kelebeği gösterdi. "Birçok kelebeğin ömrü bir gündür."
Tanrım, hakikaten mi? Bu nasıl olurdu? Yalan mı söylüyordu? "Essahtan mı?"
"Ormanda yaşıyorsun madem bunu nasıl bilmezsin, beni mi kandırıyorsun?"
Hayır, hiç de kandırmıyordum, ben sahiden bilmiyordum. Büyücü annem hiç söylememişti böyle olduğunu, peki ama neden? Ben... Her gün gördüğüm kelebekler başka kelebekler miydi, aynı değiller miydi? Ben aynı olduklarını, her gün gittikleri yerden geri geldiklerini, benim için döndüklerini sanıyordum. Aslında benim hiç arkadaşım yokmuş, onlar beni tanıyıp gelmiyorlarmış, hepsi farklıymış? Göz pınarlarımdan aşağıya sıcak bir şeylerin döküldüğünü hissettim ve derhal budala herife arkamı dönüp asma köprünün kalanını yürümeye başladım. "Ge... Geyiğim gel."
Geyiğim tam da arzu ettiğim gibi peşime takıldığında, Victor'da beni kolumdan süratle çekti ve kendine döndürüp gözlerimin içine baktı. "Kelebeklerin yaradılışında bu var, sen neden ağlıyorsun?"
Ağlamamla yakından alakadar olması içimde nasıl bir his uyandırmalı ve bu hangi kelamlara yansımalıydı? Omuzlarımı aşağıya bırakıp, "Bir gün çok az," dedim inanamayarak. "Bugünden yarına, akşamdan geceye. Ne kadar az! Madem bir gün yaşayacak, Tanrı neden onları yaratmaya zahmet etmiş!"
Düşündüklerimi görüyormuş gibi alnıma, çatılan kaşlarıma bakıp beni kendisine biraz daha çekti. "Her canlının bir doğma sebebi vardır. Tanrı'ya hesap mı sormaya kalkışıyorsun, senin de canını şuracıkta alır?"
"Hıh." Üzgünce başımı eğdim. "Benim hiç kelebek arkadaşım olmayacak, tanıştığım kelebekler yarın ölmüş olacak! Bir tanesi bile tekrar yanıma uçmayacak."
Kolumu bıraktığında rahatça bir nefes alabilirim sandım ama parmakları yüzüme yaklaştı. Çenemin altından tutup yüzümü yavaşça kaldırdı. Nasırlı, sert parmakları tahmin ettiğimden daha hassas dokunuyordu. "Dedim ya Hare, bazıları daha uzun yaşar."
Çenem onun parmakları arasında hafif hafif seğirdi. "Nasıl bulacağım onları?"
"Ben senin için bulurum."
Gözlerim, sanki içine böcek girmiş gibi kocaman açıldı. "Essah mı diyorsun?"
Çenemi sıktı. "Essahtan."
"Victor!" Adı dudaklarımda raks etti ve bir anda vücudum ona eğilim gösterdi. Kollarımın havaya kalkıp neşeyle onun boynuna sarılmasını dışarıdan bir kişi gibi izledim ve vücudum heybetli gövdesine çarpınca, hatırladığım sıcaklıkla buluştum. Ellerim, ensesindeki küçük saçlarla temas etti ve yanağım is kokulu omzuna yaslandı. Bir insana ve bir erkeğe o an ilk defa sarılıyordum, çünkü bu erkek benim için iyi bir şey yapacağını söyleyen ilk insandı. Ona sarıldığımda bir şeyi daha anlamış oldum. İnsanlar birbirine sarılınca kalpleri böyle çok çok hızlı atıyormuş.
İsmim onun dudaklarında dans etti ve Victor'un geniş kolları hızla belimin iki yanından dolanıp çember gibi etrafıma yerleşti. İri ellerini sırtıma bastırdığını hissettim ve bu baskıyla birlikte gövdem onun geniş gövdesine daha sıkı yaslandı. Victor'un başı boyun açığıma yaklaştı ve tüm vücudu bana, bir savaş esnasında, beni bir tüfekten koruyormuş gibi siper oldu. "Hare, hayattaki adımlarına çok dikkat etmelisin Hare." Saçlarımdaki örtünün aşağıya indiğini hissettim. "Bir adama sarılabilirsin ve o vakitten sonra adam seni hiç bırakmayabilir."
Kelamlarının ne anlattığından bihaber şekilde ellerimi ense kısmında sabit tuttum ve bir insanla sarıldığım bu anı son vaktine kadar yaşadım. Hızlı attığı için kalbim kapadım gözlerimi. Victor'sa daha başka şey demeden elinin içini başıma bastırdı ve aniden yaptığım şeyi sorgulamadan, beni kapısından kovmadan bana sarılmaya devam etti.
Üç kelebek geçene kadar sarıldım.
Dördünce kelebek geçerken ellerimi gevşettim ve vücudumu geriye çekerek uzaklaştım. Hızla omuzlarıma inen örtümü tekrar başıma örtmeye yelteniyordum ki, "Benim yanımda örtmene gerek yok," dedi.
Bir asilik etmeden şalı tekrar omuzlarıma bıraktım.
Parmağımı saçıma dolayarak, "Senin karın yok herhalde?" diye sordum.
Dişlerini gösterdi. "Cık."
"Hıı." Neye gülüyordu? Komik bir şey dememiştim ki? Kalbimin sakinleştiğini hissedince kendime geldim. "Benim de kocam yok."
"Orasını anladık herhalde."
"Neden gülüyorsun?" diye sordum, bağrı açık yakasına dik dik bakarak. Yüzüne, gözlerine bakasım bir anda gitmişti. Hayret bir şey, nedense yanmaya başlamıştım.
"Neye olacak? Haline."
Komik değildi bir kere. İlk kez bir insana sarılmıştım, o yüzden pek şaşkındım. Kollarımı göğüslerimin üzerine bağladım ve elbisemin yakası hafifçe açığa çıktı. Üzerimde annemin diktiği kare yaka, uzun bir elbise vardı. Normalde pek bu elbiseleri giymez ama giyesim gelmişti nedense. "Gülünecek bir halt yediğimi düşünmüyorum! İnsanlar birbirine sarıldıktan sonra böyle gülüyorlar mı?"
"Sarılamana gülmüyorum."
"O halde neye gülüyorsun haydut Victor?" dedim, yanık tenine bakarken. Dudaklarımı yaladım.
"Çok kurnazım diye geçinip saf olmana gülüyorum."
Büyücü kadın da buna yakın şeyler söylemişti. Aslında saf olduğumu ama aynı zamanda kurnaz geçindiğimi. Saf olmak... Doğru, dünyası ormanla sınırlı bir kızdım ben, doğru dürüst insan yüzü bile görmeyen bir kızıldım. Hakikaten de saftım ama zihnimin içindeki kurnazlıklara da karşı koyamıyordum. Ona bir daha sırt çevirip geyiğimle beraber köprüde ilerledim. Ellerimde hâlâ onun saçlarının sert dokusu ve derisinin sıcaklığı duruyordu.
"Gel geyiğim."
Ayaklarımı yere vura vura köprünün karşısına geçerken, Victor'da yere koyduğu kılıcı aldı ve elinde çevirerek peşime düştü. "Geyiğinin bir ismi yok mu?"
"Senin ismin var da n'olmuş! Eksik kalsın!"
"Cık cık."
Dudaklarıma kadar yuvarlanan kötü kelimeleri tutup ben de cık cıkladım ve dönüp ardıma bakmadan geyiğimle beraber asma köprüyü yürüdüm. Köprü bitiminde Victor'un bembeyaz, iri atını gördüm; demek sahibine burada bekliyordu. Victor ata ilerledi ama binmedi, atı kendisiyle beraber çekip ardımdan geldi. Rüzgâr bu sabah diğer sabahlara göre daha çoktu, kirpiklerim gözlerimin içine doğru batıyordu. Üstelik örtüm her an omuzlarımdan aşağıya düşecekmiş gibi geliyordu. Çamurlu bir yerden geçerken elbisemin eteklerini hafifçe kaldırdım, çamura bulanmasını istemezdim.
Az daha ilerleyip obaya yaklaştığımda etrafımdaki sessizliği hissettim. Henüz oba halkından kimseyi görmemiştim. Daha temkinli şekilde ilerlerken örtümü aldım ve başıma örtüp saçlarımı da elbisemin içine gizledim. Gözlerim görünmesin, lanetim belli olmasın diye başımı da önüme eğdim. Yanından geçtiğim nehre baktım, diğer zamanların aksine bu kez kimse burada çamaşırımı çitilemiyor, çocuklar el çırpıp oynamıyordu. O nehrin yanından geçtim ve iki ağacım boşluğundan yürüyüp başımı kaldırdım. Geniş, düzlük ona karşımdaydı ama... adeta yerle bir olmuştu.
Çadırların bir kısmı dağılmıştı, insanların çadırlarını tekrar kurmaya çalıştıklarını görüyordum. Çocuklar çimlerin üzerinde koşuşturuyor, az ileride büyükçe bir ateş yanıyordu; iki kadının o ateş önünde garip bir ritüel gerçekleştirdiğini gördüm. Yerdeki çimler, hatta bazı ağaç yaprakları yanmıştı; Victor ve klanındaki haydutlar burayı ateşe vermişti. Ellerim elbisenin eteklerini bıraktı ve başımı omzumun üzerinde hareket etti. Az öteye baktım. Ailemin evine. Buradan çok görünmüyordu ama gözlerimi kıstığımda o evde de tahribatların olduğunu fark ettim. Atam elindeki bir tahtayı evin dört köşeli penceresine çakıyor, oğlan kardeşim Dora'da ona yardım ediyordu.
Annem ve atam değil ama... Dora ile küçük kız kardeşime bir şey olmasını katiyen istemezdim.
At kişnediğinde Victor'un arkamdaki varlığını hatırladım, bununla yetmezmiş gibi ona kinle dolup arkama baktım. Ellerini sırtında bağlamış, suratsız bir şekilde obayı izliyordu. Herhangi bir yakınma, üzüntü duygusu görünmüyordu çehresinde. Haydut olduğunu kendi ağzıyla söylemişti ama hâlâ içimdeki bir yer onun böylesine acımasız bir adam olduğunu kabul edemiyordu.
"Sen hangi evi yakıp yıktın?" diye sordum ona. Büyücü kadının anlattığı bazı hikâyeler aklıma canlandı, midem ağır bir şey yemişin gibi ekşidi. "Belki... kadınlara da saldırmışsındır sen!"
Gözlerinin kısacık vakit içinde çakmak çakmak yandığını gördüm. Evet, insan bir yerde yaktığı kadar yanmalıydı da. Üzerime doğru sertçe gelip, "Lafını geri al," dedi derhal. Kılıcını kaldırdı, sonra kim olduğumu hatırlamış gibi kılıcı indirdi. "Ben kadınlara saldırmam! Lafını çabuk geri al!"
Boğazımdaki bir şeyleri ancak yutkunarak geçebildim ve sertçe konuştum. "Sözlerine inanmıyorum! Evleri insanların başına yıkıyorsan kadınlara da göz dikip onlara..."
"Gerçekten mi?" Yüzü, sanki ona kara çalıyormuşum, iftira atıyormuşum gibi büyükçe bir öfkeyle yıkanıyordu. "Benim bunları yapabileceğimi mi düşünüyorsun?"
"Haydut olduğunu söyleyen sendin?"
"Öyle olsam bile benim de bir kalbim var. Bu her kötülüğü yaptığım anlamına gelmiyor!"
Bir kalbi olduğunu hatırlatmasına gerek yoktu, az evvelinden sarıldığımızda o kalbin atışlarını bizzat sağ göğsümde hissetmiştim. Herhalde bu söylediklerime gücenmişti ve gözlerini karanlık bürüyecek kadar da öfkelenmişti. Ondan beni bağışlamasını dilemedim. Önüme dönüp o ve arkadaşlarının harabeye çevirdiği obaya baktım.
"Neden normal çalışmıyorsunuz da insanların aşlarına göz dikiyorsunuz?"
Arkamda soluduğunu duydum, atı da hâlâ kişneyip duruyordu. Nefesini daha yakınında hissedince başını boynuma doğru uzattığını anladım. "Ne yapacaksın Hare, böyle birisi olduğum için benden uzak mı duracaksın?"
Sesindeki bir şey, herhangi bir olay gözlerimi yummamı sağladı. Sanki adını sanını bilmediğim bir duygu göz kapaklarımı aşağıya çekmişti. Yutkununca yutağımın sızladığını hissettim. "Zaten sana yakın olmam gerekmiyor."
"Ama istiyorsun," dedi nefesi ensemi örttüğünde.
Evet.
Haddini aşıp bana bu kadar yakın durmasından dolayı sinirlendim ve tek kelam etmeden yürümeye devam ettim. Başımı önüme eğip geyiğimle beraber kestirme yollardan mektebe ilerledim. Victor atını çekerek peşimden geldi, bir nehrin kıyısından geçerken yüzünü yıkadı. Obanın düz yollarını arşınlayıp mektebin oraya geldim ama kimseyi bulamadım. Herhalde obayı yakıp yıktıkları için bugün ders yoktu. Bilgi öğrenemeyecektim! Bunun için bir daha öfkelenip sinirle arkama döndüm ve atının başını okşayan Victor'a baktım. O da kendisine baktığımı anlayıp kafasını bana doğru kaldırdı.
"Siktir gitin oğlu," dedim ve ayaklarımı yere vura vura yanından geçtim.
"Tanrım! Bunu da nereden öğrendin!"
Ondan öğrenmiştim tabii ki. Ben ne bilirdim böyle konuşmayı. Kendisinin rüyama girdiğini bilmesine lüzum olmadığı için sorusunu havada bıraktım. Tekrar başımı eğip kollarımı göğsümde kavuşturdum ve geldiğim yolu gerisin geri yürüdüm. Zaman zaman yanımdan insanlar geçiyordu, bitkin ve yorgun görünüyorlardı. Victor klanıyla beraber olmayınca zararsız göründüğünden olsa gerek kimse ondan korkmuyor, haydut olduğunu düşünmüyordu. Az gidip uz gittikten sonra sıklaşmaya başlayan büyülü ağaçların arasından geçtim. Beyaz at ışık gölgelerinin altında esrarengiz şekilde güzel duruyordu. Victor'un atını izlediğimi gören geyiğim ıksırdı.
Ona dönüp parmağımı salladım. "Kıskanma. Seni daha çok seviyorum."
Önüme düşüp köprüye ayak bastı ve boynuzlarıyla beraber köprüde yürüdü. Ben de asma köprüye bindim ve başımdaki şalı omuzlarıma bırakarak arkama döndüm. Victor yürümeyi kesmişti, köprünün başında, yanında atıyla dikiliyordu. Keren, krem renkli gömleğinin yakaları hâlâ açıktı. Saçları epey dağınıktı ve ağaçların yeşil yaprakları onun omzuna doğru sarkıyordu. Herhalde köprüye binmeyecekti, buradan kendi yoluna gidecekti. Kızıl saçlarımda güneşin ışıklarını hissettim ve kirpiklerimi ağırca kaldırıp indirdim.
"Gidecek misin?" diye sordum ona, köprünün tahtaları sallanırken.
"Evet," dedi bana ve kafasını çevirip sol taraftan devam eden yola baktı. "Buraya bir gel."
Yanına gelmemi istemesinin nasıl bir sebebi olacağını bilemeyerek gözlerimi kırpıştırdım. "Neden?"
"Sana sarılıp öyle gideceğim."
Kalbim bir anda, yüreğinin nasıl attığını bildiğim küçük bir serçe gibi telaşla attı. Onun geniş omuzlarına, yanık tenine bakarken, "Sarıldık ya," dedim, az evvel ki zamanı kastederek.
Başını tekrar önüne çevirdi ve tepedeki güneşe bakıp sanki zamanı tahmin ediyormuş gibi gözlerini kıstı. Sonra gözleri tekrar benim, onu bir türlü korkutamayan gözlerimle buluştu. "Cık," dedi. "O bana yetmedi."
"Yetseydi." Omuzlarımı silktim.
"Hare!" Çenesiyle yolu gösterdi. "Buraya gel."
"Cık."
Gözlerini kapatıp açtı ve sabırla soluyup gevşek bir yumruk halinde duran elini kaldırdı. "Sana, ömrü bir günden fazla uzun olan bir kelebek buldum," dedi, sert bir sesle. Atı kişneyince dönüp atına tersçe baktı. "Eğer buraya gelip bana sarılırsan bunu sana veririm, o da senin arkadaşın olur."
Benim için ömrü olan bir kelebek mi bulmuştu? Onu saklardım, bir daha gitmezdi, hep arkadaşım olurdu. Neşeyle yerimden atılıp koşmaya başladım ve tahta köprü sallanırken, soluğu Victor'un yanında aldım. Ancak onun göğsüne gelebiliyordum, o çok uzundu. Gülümsemeye başladığını gördüm ve bir elini uzatıp bel boşluğuma koyunca vücudum ona doğru eğilim gösterdi. Sert gövdesini memelerimin üzerine yasladı ve başını eğip çıplak gerdanıma baktıktan sonra, yumruk olan elini de sırtıma uzatıp beni kendisiyle kilitledi. Kollarım onun göğsünde büzüldü ve başım çenesinin altında saklandı. Pek kuvvetli ama bir o kadar da zalimdi. Boğazında, yakın durduğum çıkıntıya bakarken gözlerimi yumdum. "Neden benimle sarılmak istedin?" diye sordum.
"Canım istedi," diye basitçe cevap verdi ama delice çarpan kalbime bakılırsa bu hiç basit değildi.
Ellerimle, kirli gömleğinin yakasından tutup, "Sen nerede yaşıyorsun?" diye sordum.
Elini sırtımda dolaştırarak, "Evim yok," dedi düz bir sesle.
Evsizdi demek, o an nere olursa orada yaşıyordu belki de. Nedense bu beni üzmüştü. Ailesi de mi yoktu acaba? Yalnız mıydı? Yalnızlık... çok kötü bir şeydi bir kere, ben biliyordum. Bu yüzden ona, "Ben senin arkadaşın olabilirim," diye fısıldamak geldi içimden.
Bir an kollarının kasıldığını hissettim, sonra başını az daha eğip çenesini saçlarıma bastırdı ve beni kolları arasında daha sıkı kavradı. "Ama ben senin arkadaşın olamam," dedi.
Pis haydut! Olmazsa olmazdı, ona kalmamıştım! Hem benim arkadaşlarım vardı. Geyiğim vardı, ateş böceklerim vardı! Sinirlendim ve onun kolları arasından çıkmak için son gücümle savaşmaya başladım. "Tamam, sarıldık! Ver kelebeğimi, gideceğim!"
Çenesini kızıl saçlarıma sürttü ve benim öfkeme kıyasla sakin şekilde beni bıraktı. Soğuk hava vücuduma çarpınca o sıcaklığı tekrar aradım ama geri gitmeyi de başardım. Az kalsın elbisemin uçlarına basıyordum, son anda düşmekten kurtulup hırçınca eline baktım. "Ver kelebeğimi."
"Öldürme sakın, sakla bir yerde." Avucunu, uzattığım elimin üzerine getirdi ve parmaklarını çözdüğünde avuç içime lila renkli bir kelebek düştü. Kaçmasın diye avucumu hemen kapattım ve gülümsemeye başlayıp arkadaşıma yeni bir ad düşündüm. Victor elinin içiyle saçlarımı aşağıya doğru okşadı ve sonra dönüp atına bindi. Kelebeği, yani yeni arkadaşımı avucumun içinde saklarken, Victor bana son bir ölümsüz bakış attı ve arkasını dönüp sol taraftaki yoldan gitti. Nal sesleri uzaklaşana kadar orada durdum ve sonra köprüye oturarak tez zamanda geri dönmesi için büyü yapmayı aklıma kazıdım.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...